İlk Yazı
6 Mart 2014 Perşembe
Yedi sene önce bir blog yazmaya başlamıştım. Çok istikrarlı olamadım, hayal ettiğim her şeyi yazamadım ama yazdıklarım tam da o sırada içimden geçenlerdi.
Gezme halimizin bir üretime dönüşmesini istemiştim, anıları unutmadan not almak istemiştim ve bunu oğlumun adına bir sayfa açarak yapmaya başlamıştım. Onun, gezme hali ile arasındaki ilişki çok etkiliyordu beni. O dönem tanıdığım çoğu insan için çocukla beraber gezmek bir problemdi. Bizim için ise, hepimizin harika hissettiği bir alandı.
Buna dair duygularımı toplamda dört yazıya dönüştürmüşüm o dönem.
O yazıları paylaşmak istiyorum sırayla. En son da, belki bu dört yazıya dair şimdiki duygularımı yazarım. Bıraktım akışa, ne olursa kabulüm…
***
İlk Yazı 🙂
Biliyorum, buranın adı “Gezgin Uras” ama Uras kendi yazılarını yazabilecek ve paylaşabilecek yaşa gelene kadar buraların yazarı benim. 🙂 Yani anne, yani Eylem. 🙂 Kim bilir, belki büyüdüğünde, “ben bunu yapmak istemiyorum” diyecek, gene ben devam edeceğim. Ama bir ihtimal, ben de gezilerimi yazmak ve paylaşmak istiyorum derse, işte o zaman bu blog onun için iyi bir başlangıç olacak.
Herhangi bir anda, araştırma yapmak istediğimizde, hepimizin ortak sorgu alanı google. 🙂 Ona soruyoruz, o da bizi gerekli gereksiz bir sürü yazının uçuştuğu bir karmaşaya sürüklüyor. O andan itibaren dirençli davranabilirsek, istediğimiz bilgiyi alana kadar en az 4-5 gereksiz sayfayı okuyoruz. Kimi zaman, yazılanlar o an için gereksiz görünse bile, yazan kişiye yakınlık hissedip, onun dediklerini merak edip ve başta araştırdığımız konuyu unutup, yeni bilgilere yelken açıyoruz…
Ben genellikle, merak ettiğim konu hakkında aradığım bilgiye ulaşınca durduruyorum gezinmeyi. Zira, o kadar okuyacak vakit ve dingin kafa zor bulunan şeyler bu dönemde. Bu duruma rağmen, okurken keyif aldığım, gülümsediğim, kendime pay çıkardığım, hatalarımı fark ettiğim ya da kendimi bir kez daha onaylama fırsatı bulduğum tonlarca sayfa oldu. Yazmak ise, kendimi en iyi ifade ettiğim iletişim yolu oldu yıllar boyunca. O nedenle, ben de artık bu yolu kullanarak insanlarla paylaşmaya karar verdim. Aslında bu kararı uzun süre önce vermiştim, ama hayata geçmesi ancak şimdi oluyor.
Her annenin miladıdır, doğurduğu gün. Karakter 180 dereceye varabilen değişikliklere uğrar, siz bile kendinizi tanıyamazsınız. Depresif kısımları kolayca atlatabilirseniz, bu değişimlerin çok keyifli olabildiğini de daha rahat görürsünüz. Bir insanı şekillendirmek, yoğurmak ve bunu yaparken aslında kendinin de yeniden yoğrulduğunu fark etmek, her anı tatmin edici olan bir tecrübedir. Yalnız, bu süreçte insan desteğe kesinlikle ihtiyaç duyuyor. Bu, yanında olan annenin, babanın, her işinde sana ortak olabilen eşinin, her durumda yanına koşa koşa geleceğini bildiğin dostlarının desteği olabilir ya da seninle benzer durumları yaşayan insanların tecrübelerini okuyabildiğin internet sitelerinin… İtiraf ediyorum, ben bu yazdıklarımın hepsinden destek aldım 🙂 Ama en büyük desteğim oğlumun kendisi idi, bebekliğinden beri anlayışlı, merhametli ve diyaloglarla ikna olmaya açık bir çocuk olduğu için, kendimi hep çok şanslı hissettim. Yalnız buradan, benim hiç zorluk yaşamadığım ve kafamı duvarlara vuracak noktaya hiç gelmediğim sonucunu çıkarmayın. Sadece, zorluklarla mücadele ederken, desteklerim sayesinde kendimi daha güçlü hissettim hep. Yeri geldikçe, yaşadığım sıkıntılardan ve çözüm için denediğim yöntemlerden de bahsetmeye çalışacağım.
Gezi yazıları olacak genellikle burada ama ben Uras’ın anne karnındaki yaşamından bugününe kadar yaşadığımız bir sürü şeyi de paylaşmak istiyorum, hem fikir vermek, hem de o anları yeniden kendi hafızamda tazelemek adına. Gezi yazıları derken de, “şu şehirde şu tarihi mekanlar var, gitmişken mutlaka bunu da yapın” şeklinde bir blog yazmayı düşünmüyorum. Bu bilgilere ulaşabileceğiniz o kadar çok kaynak var ki artık. Tabi ki önerilerim de olacak şehirler hakkında ama ben daha çok “an”ları keyifli hale getirebilmek için bizim tercihlerimizin neler olduğundan bahsetmeye çalışacağım. Bir de yapmak isteyip de, yapmaktan çekinenlere cesaret vermeye çalışacağım. Zaman geçiyor ve bir çoğumuz içimizden gelenleri erteleyerek sürdürüyoruz bu hayatı. Vaktimiz sınırsız değil, bir çoğumuzun parası da öyle. Dolayısıyla vaktimiz ve paramız elverdiğince kendi keyiflerimize yönelmemiz gerek, tabi çocuklarımızla paylaşarak. Onlar her duygunun yaşanma biçimini bizden öğreniyorlar, yani mutsuzluğu, üzülmeyi ve öfkelenmeyi de, şartlar ne olursa olsun mutlu olabilmeyi, keyif alabilmeyi ve heyecan duymayı da. Buradaki soru şu; biz onlara hangisini öğretmek istiyoruz?
***
Yazı bitti aslında ama ben tekrar okuyunca o günkü Eylem ile ilgili biraz yazmak istedim.
Sondaki cümle dikkatimi çekti. O zamanlar, mutsuzluğu, üzülmeyi ya da öfkelenmeyi çocuğa yansıtmak istemeyeceğimiz ve hatta yansıtmamamız gereken bir duygu gibi algılıyormuşum. Şu an ise, tüm duyguları ve onları yaşama halimizi dürüst bir şekilde yansıtmamız gerektiğini düşünüyorum.
Ama oradaki bir düşüncem hala aynı. Yani hayatımızın iplerini elimize alıp, kendimize keyif alanları yaratmak bizim elimizde ve bu konuda örnek olamazsak, çocuklarımız da bunu kendileri keşfetmek zorunda kalacaklar.
Bizim kuşak için “Sandviç Kuşak” demişti sevgili Çiğdem Demir Çelebi. Hem üst kuşaklardan daha yüksek bir farkındalıkla onları anlama ve kabul etme noktasındayız, hem de bunu çocuklarımıza aktarmama baskısı altındayız. Çünkü biliyoruz ki, aktardığımız her şey onlara çalışmaları için bıraktığımız alanlar.
Bu durumda biz, hem kendimizi gerçekleştirebilme adına adımlar atıyoruz, hem de çocuklarımızın o alanı daha temiz olsun diye çaba gösteriyoruz.
Bir kuşağa madalya takılacaksa bu bizim “Sandviç Kuşak” olmalı sanki.